yayın yeri: ULUSLARARASI
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN 100. YILI SEMPOZYUMU, BİTLİS EREN ÜNİVERSİTESİ-TTK, BİTLİS, 2014
BİRİNCİ
DÜNYA SAVAŞI KARŞISINDA MEHMED ÂKİF
Ferhat
KORKMAZ *
ÖZET
Edebiyat
ve edebî eserler, zamanın ruh ve mânâ iklimini çağlar ötesine taşır, tarihin
aydınlatılmasında yardımcı kaynak olarak kullanılır. Bir dönemi, insan doğası bakımından anlamak
için edebî eserlere başvurmak gerekir. Şiir, roman, hikâye ve anı türünde
yazılan pek çok edebî eser, çağın doğru yorumlanması ve ruhunun yakalanmasında çeşitli
yönleriyle katkı sunar.
1873
yılında İstanbul’da doğan Mehmed Âkif, Birinci
Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sanatının olgunluk zamanlarında
tanık olmuştur. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımdan muzdarip olan Mehmed Âkif,
şiir ve yazılarında bu konuya değinir. Özellikle cephe gerisinde aktif görevler
alan Mehmed Âkif, Birinci Dünya Savaşı’nın ruh ve mânâ iklimini ustaca
yansıtmıştır şiirlerine. Savaş sırasında Arap isyanlarını durdurmak için kutsal
topraklara ve Mısır’a yolculuk yapmıştır. Berlin’de tanık olduklarını şiirine
yansıtmıştır.
Edebiyat
ve tarihin birbirini besleyen kaynaklar olmasından hareketle çalışmamızda, Mehmed
Âkif’in Birinci Dünya Savaşı sırasında duruşu ve bu duruşunun eserlerine
yansıyışı ele alınacaktır. Bu çerçevede Mehmed
Âkif’in başta Safahat adlı eseriyle
birlikte Sırat-ı Mustakim ve Sebilü’r-Reşad gazetelerinde çıkan
yazıları taranacaktır. Ayrıca hakkında
yazılan temel eserler de incelenerek Mehmed Âkif’in Birinci Dünya Savaşı’na bakışı geniş olarak
değerlendirilecektir.
…………………………………………………………………………………………
*
Yrd.
Doç.Dr., Batman Üniversitesi, Fen-Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Batman, e-mail: ferhat.korkmaz@batman.edu.tr
1.Giriş
Mehmed
Âkif, Balkan Savaşları yüzünden kaybedilen topraklar ve Osmanlı ordusunun
mağlubiyeti sebebiyle pek çok şiir yazar. Fakat Birinci Dünya Savaşı, onun şiir
sanatını en çok etkileyen hadisedir. O, bir yandan cemiyete moral verirken, bir
yandan şehit olan vatan evlatları ve kaybedilen vatan toprakları nedeniyle yas
tutmaktadır.
Şair
Mehmed Âkif, Birici Dünya Savaşı sırasında Teşkilât-ı Mahsusa üyesidir. Mehmed
Âkif, İttihad ve Terakki Partisi’nin gizli servisi olan[1]
Teşkilât-ı Mahsusa görevlisi olarak Almanya ve Suudi Arabistan’a seyahat eder.
Berlin seyahati Âkif’in 796 mısralık
“Berlin Hatıraları”nı yazmasına, Suudi Arabistan seyahati ise “Necid
Çöllerinden Medine’ye” şiirini yazmasına vesile olmuştur. “Hatıralar” adlı şiir
kitabı, Şair Mehmed Âkif’in Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin görüşlerinin en iyi
yansıtıldığı eseridir.
Almanlar;
Rus, İngiliz ve Fransız saflarında müttefiklere karşı savaşan Müslüman esirler
için ayrı ayrı kamplar kurmuştu. Eşref Edib’in verdiği bilgilere göre, bu esir
kamplarında bulunanların sayısı 100 bini bulmaktaydı. Mithat Cemal de aynı
fikirdedir (Kuntay, 1986, s.173). Osmanlı devletine cemile olsun diye esirlere
hem iyi bakılıyor hem de onlara çeşitli camiler, okullar yapılmış, imam ve
vaizler tayin edilmiş, hatta Müslüman esirlerin gazete çıkarmalarına müsaade
olunmuştu (Eşref Edib, 2011, s.86). II. Wilhelm’in emriyle Müslüman esirlerin durumunun
araştırılması istenmişti (Semiz, 1999, s.241). Mithat Cemal ise hatıratında esirlerin Osmanlı
ve itilaf devletleri safına çekilmesi için Âkif’in Arapça vaazlar verdiğini yazar
(Kuntay, 1986, s.173). Bu vaazlarda, İtilaf devletlerinin Müslümanlar
üzerindeki dezenformasyonu bertaraf etme amacı temel teşkil eder (Semiz, 1999,
s.243-244). Almanya’ya defalarca heyet gönderilmiştir. Âkif, bu heyetlerde
bulunan bir vaizdir[2]. Bütün bu çalışmalarda, Almanya ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun 100 bine yaklaşan
esirin İttifak devletlerinin saflarında çarpışması için ikna çabasının
bulunabileceği düşünülmektedir.
2. Geriliğin Sebepleri
Mehmed
Âkif, Teşkilât-ı Mahsusa heyetlerinden birinde görevli olarak gittiği Berlin’de
çocuğunu savaşta kaybeden bir Alman ailesiyle görüştüğü sırada Osmanlı Devleti
ile Almanya’yı pek çok bakımdan karşılaştırır.[3]
Eşref Edib’e göre, Âkif bu Alman ailesiyle hiç görüşmemiştir, hicranlı anneyi yalnızca
hayalinde söyletmiştir (Eşref Edib, 2011, s.87). Şiirde ilk mısralarında konuya
hazırlık babından Osmanlı-Alman kent yapısının mukayesesi vardır. Kaldığı oteli
gayet temiz ve nezih bulan Mehmed Âkif, kıyasa buradan başlar[4]:
Gıcır
gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız
ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne
kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma
hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum
ismini... Bir sırnaçık böcek vardı...
Çıkar
duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince
bir koku peydâ olurdu çokça iti...
Bilirsiniz
a canım... Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O
hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak
bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!” (Mehmed Âkif, 1987, s.291)
Otelin
temizliğine hayran kalan Mehmed Âkif, trenin hızı, şehirlerin düzeni, belediye
hizmetleri, lokantaların tertibi, insanlardaki nezafet gibi konularda tasvirler
yapar. Bunların esasında İslam ahlâkı olduğunu söyleyen şair, kendi ülkesinin
geri kalması hususunda bu tür sahne
araçlarını dikkate sunarak son derece üzgün olduğunu belirtir. Mehmed Âkif’in
Osmanlı ülkesinin geri kalmasını hatırlaması ise savaş meydanındaki yenilgi
sebebiyledir. Âkif, evde kullanmak için yapılan bir alet ile savaşta kullanılan
bir silah arasında ilişki olduğunun farkındadır. Mithat Cemal, Âkif’in Berlin
elçisini tefsir yazarken, Fatih’teki hocaların ise siyaset konuştuğunu
gördüğünü ve herkesin kendi işi haricinde bir iş tutturduğunu görerek
üzüldüğünü aktarır (Kuntay, 1986, s.173).
3. Alman Aileye Tesliyet
Şiirin
ilk mısrasında hitap ettiği kişi Binbaşı Ömer Lütfi Bey’dir (Eşref Edib, 2011,
s.87-88). Oturduğu kahvede evlâtlarını savaşta yitirmiş bir Alman aileyi
dinler, onlara teselli verir:
“Fakat,
düşün, niye etmiş hayâtı istihkâr?
Düşün,
neden bu çocuk yaktı gitti annesini?
Evet,
yaşatmak için ümmehâtın akdesini,
"
Fedâ-yı cân edeceksin!" demiş "vatan" hissi...
Demek:
Heder değil oğlun, vatan fedâîsi.
Bilir
misin ne kadar anne var bugün, yasta.
Tunus´ta,
sonra Cezayir’de, sonra Kafkas’ta?” (Mehmed Âkif, 1987, s.297)
Şair,
anneye evladının vatanını korumak için savaşta öldüğünü söyler. Âkif, Fransız
saflarında savaşan ve ölen 150 bin Afrikalının ölümüne değinir. Onların hangi
uğurda öldüklerini sorgular. Fransızlar için savaşıp ölen Afrikalılar, Alman
ailenin oğullarının durumu ile karşılaştırılır. Biri vatanı için canını feda
etmiştir, ötekiler ise ne için öldüğünü bilmemektedir:
“Hesaba
katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen
ocakları; lakin zavallı Afrika’da
Yüz
elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne
körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup
tutup getirilmiş -Fransız askerine.
Siperlik
etmek için -saff ı harbin önlerine
O
ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin,
Kimin
hesâbına ölmüş, desin de inlemesin
Anarken
oğlunu, bîçâre, yâhud erkeğini?
"Kimin
hesabına?... "Bir söz ki: Parçalar beyini!
Bakınca
kasdolunan gâyenin şenâ´atine,
Ne
olsa çıldırır insan işin fecâ´atine.” (Mehmed Âkif, 1987, s.297)
Âkif’in
bu mısralarında anneliğin kutsiyetine de değinilmiştir. Alman, Türk ve dünya
annelerinin acılarının ortak olduğunu ve yüce makamda bulunduğunu (Baykan,
2008, s.93) vurgular.
4.İtilâf Devletleri Saflarında
Müslümana Karşı Savaşan Müslümanlar
Mehmed
Âkif’in sanat ve ilim hayatı boyunca İslam birliği temel hareket noktası
olmuştur. Devrin pek çok fikir hareketi içinde o İslamcılık mefkûresini
benimsemiştir.[5]
Müslümanların halifenin devletine karşı savaştırılması, onun için ölümcül bir
nedendir. Mehmed Âkif, Afrikalıların
Fransız saflarında savaştırılmak için zorla götürüldüğünü söyler. Savaşa gitmek
istemeyenlere işkence edilir, aileleriyle birlikte hapse atılırlar. Afrikalı
siyahi, savaşa gitse de gitmese de iki ateş arasındadır. Oysa vatanı için ölen
Alman, 150 bin Afrikalı gibi boşuna ölmemiştir. Şair, Hindistan’ın İngilizler
için sömürge olduğunu ve Hint (Pakistan) halkının birkaç İngiliz lordunun keyfi
için helak olduğunu belirtir. Hint halkı kıtlık ile boğuşurken İngiliz orada
semirmektedir. Baskıyla Hindistan’ı idare eden İngilizler, Hint halkının kanını
son damlasına kadar çekmiştir. Karl Marx ile Mehmed Âkif’in Hindistan’daki İngiliz
sömürüsü konusundaki görüşleri aynıdır:
“İngiliz pamuklu makineleri, Hindistan’da vahim bir etki yarattı.
1834-35’te Genel Vali şöyle yazıyordu: ’Buradaki sefaletin bir eşine tarihte
zor rastlanır. Pamuk dokumacılarının kemikleri Hindistan ovalarını beyaza
boyamıştır. Hiç kuşkusuz, bu dokumacıların, bu geçici dünyadan göçürmekle,
makine, yalnız geçici bir rahatsızlıktan fazlasına yol açmamıştır. Geride
kalanlara gelince, makine durmadan yeni üretim alanlarına el attığına göre, geçici
etkisi aslında kalıcı ve daimidir.” (Marx, 2003, s.373) Mehmed Âkif, bu zulmün
farkındadır. Üstüne üstelik Hintliler, İngiliz efendisi için bir de cepheye
gider:
“Gidip
efendisinin düşmanıyla çarpışarak.
O,
can alıp vere dursun, bilir misin bu ne der?
"’Ölürse
hizmet eder, öldürürse hizmet eder!" (Mehmed Âkif, 1987, s.298)
Âkif’in
savaş sırasındaki en büyük
hizmetlerinden birisi de Berlin kamplarını ziyareti sırasında, esirler
üzerindeki dezenformasyonu anlayıp karşı bir hamlede bulunmasıdır. Bu hamle
ise, savaş sırasında megafonlarla ve Urduca anonslarla İngiliz saflarında
savaşan Müslümanların Osmanlı’ya iltica etmesini ve Osmanlı saflarında
savaşmasını temin etmekti (Semiz, 1999, s.244).
Rusların
zulümlerini de Neron’a rahmet okutan şeklinde değerlendiren şair Âkif, Rus
ordusunun “katil”, hükûmetinin de “yatak”tan ibaret olduğunu söyler. Hazar
havzası civarında Rus işgali altında yaşayan halklar savaşa zorla götürülmüş,
kabul etmeyenler ise süngü ucuna mahkûm edilmiştir:
“Sefilin
ordusu kâtil, hükûmetiyse yatak!
Hazarda
sulhü tahassürle yâd eden teb´a
Sürüldü
süngüler altında harbe son def'a;
Yıkıldı
arkada milyonla bî-günâhın evi.” (Mehmed Âkif, 1987, s.298)
Görüldüğü
gibi Fransız, İngiliz ve Ruslar, cepheye işgal ettikleri, sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki
masum insanları savaşa götürüp çarpıştırmaktadır. Kendi savaş araçlarına ve
askerlerine adeta etten zırh yapan sömürgecilerin bu tavrı, Âkif’in Müslüman
kanının dökülmesi karşısında feryatlarına sebep olur. Âkif, Alman anneye
tesliyet verir. 350 milyon[6] Müslümanın
akibetinin Alman annenin âkibetinin aynısıdır. Bir Alman aileyle acısını
paylaşır. Almanların 50 yıldan bu yana ilk defa savaşa girdiğini, savaşın
Osmanlı vatandaşları ve Müslümanlar için ise bir kader olduğunu söyler.
5.Bizi Yanlış Tanıtanlar ve
Müsteşriklerin Dezenformasyonları
Mehmed
Âkif, Alman kadından Müslüman kadını tanımasını, çektiği acıları anlamasını
ister. Şaire göre, maksatçılar ve beş-on romancı Şark’ı Avrupa’ya yanlış
anlatmaktadır:
“Yabancı
durma ki pek âşinâsınız kalben.
O
annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme
dest-i musâfâtı Şark´a doğru uzat.
Ne
hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık
ki anlatacak yok da yanlış anladınız
Yazık
ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş
on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.” (Mehmed Âkif, 1987, s.300)
Şair,
Osmanlı kadınını yanlış tanıtan Alman şarkiyatçılarından epey muzdariptir. Şiirde
ittihad-ı İslamı parçaladıkları için Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret’e yöneltilmiş
bir de tenkit vardır. “Zanbak” yazarı Mehmed Rauf[7] ve
“Tarih-i Kadim” şairi Tevfik Fikret, milletin manevi değerlerini yok etmektedir[8]. Bu
iki şairin yaptıkları ile Alman müsteşriklerin yaptıkları arasında fark yoktur.
Milletin ahlâkında ortaya çıkan tefessüh, Âkif’e göre yüz binlerce şehidin ve
kaybedilen toprakların sebebidir. Şair, ani bir kavrayışla Balkan Savaşları
neticesinde kaybedilen toprakları hatırlar. Az önce anlattıklarını sebep olarak
sunar:
“Nihâyet
oldu bu rü yâdan öyle bir bîdâr
Ki
hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyâr!
Çatırdamakta
bütün hânümânının temeli;
Alev,
saçaklara sarmış... Yerinde yok Rumeli!
Şakî
çarıkların altında hurdehâş îmân;
Hudâ’yı
titretiyor eyledikçe istîmân!
Domuz
çobanları "Balkan "da hânedân-ı vakûr!
O
hânedanlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i
âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış
evlere dullar, yetîmler dolmuş.
Zemîn-i
câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor´
Bütün
sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.” (Mehmed Âkif, 1987, s.305)
6.Birlik Ruhu ve İslâm Âlemi
Almanları
çalışma azminden ve akılla kalbi birleştirmelerinden dolayı takdir eder. Özellikle Almanların kendi içinde birlik
olmasını Osmanlı ve Müslümanlara örnek olarak sunan Âkif, 350 milyon Müslümanın
tefrika içinde yaşamasından yakınır. Osmanlı coğrafyasının her geçen gün
küçülmesinin nedeni tefrikadır: “Bundan
sonra millet uyanmalı, okumalı, bu felâketlerin hep tefrika ve cahillik
yüzünden geldiğini anlamalı da, ona göre çaresine bakmalı.” (Mehmed Âkif, 2010,
s.528). Eğer Müslümanlar ilim ve fenne sarılsa ve birlik içinde olsalar, kendilerini
yenecek bir kuvvet bulunamaz.
Şair
Âkif, Alman mağlubiyeti ile Osmanlı mağlubiyetlerini karşılaştırır. Almanların
yenilgiden ders çıkardığını söyler. 1806’da başlayan Jena Savaşı’nda Napolyon’a
mağlup olan Almanlar bu sayede ulusal birliğini kurmuştur (Çantay, t.y., s. 178).
Sedan’da da yine Fransızlara mağlup olan Almanlar, Alsace-Lorraine’i almayı
başarmışlardır yine de. Osmanlı’nın mağlubiyeti Almanlarınkine benzemez. Mağlup
oldu mu, her yer tarumardır. İçerde birlik olmadığı için mağlup olan hep
Osmanlı’dır. Mısır’ı bir insanın kafasına, Hindistan’ı kalbine, Osmanlı
coğrafyasını ise kollarına benzeten şair, İngilizlerin kafa ve kalbe
yerleştiğini, bu dünya savaşıyla da kolları ele geçirmek istediğini mısralarına
aktarır. Türk ve Arapları iki ayrı kol olarak değerlendiren şair, fitneyle yani
Arapların Osmanlı’dan ayrıştırılarak bünyenin tamamen ele geçirilmek
istendiğini yazar. Şair Âkif, İslam coğrafyasının geleceğini net bir şekilde
görür. Âkif’in bu tespitleri, bugün Orta Doğu’da olup bitenlerin nedenini çok
önceden gördüğünü ve onun ileri görüşlülüğünü gösterir. Âkif, çağının ötesini
bilen bir şairdir, belki de şair-kâhin benzetmesi bir yerde boşuna değildir:
“Bilirsiniz
ki: Mısır, kâinât-ı İslâm´ın
"O
sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;
"Diyâr-ı
Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı
"Sizinkiler
de, kımıldanmak isteyen koludur.
"Ki
boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!
"Biz
İngilizler olup hâli önceden müdrik;
"O
beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.
"O
halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,
"
Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!
"Hem
öyle zorla değil, çünkü `fikr-i kavmiyyet"
"Eder
bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.
"O
tohm-i lâ´neti baştan saçıp da orta yere,
"Arab´la
Türk´ü ayırdık mı şöyle bir kerre,
"Ne
çırpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;
"Halîfenin
de kalır sâde bir sevimli adı!” (Mehmed Âkif, 1987, s.307)
Âkif,
İtilaf devletlerinin Osmanlı coğrafyasına saldırılarını bertaraf etmenin tek
yolunun İslam birliği olduğunu düşünür. İngilizlerin saldırılarının temelinde
birliği parçalamak olduğunu açıkça gören Âkif, o günkü sayıyla 350 milyonluk
İslam âlemini birliğe davet eder. Savaşan orduya moral verir, şiiri destansı
mısralarla bitirir:
“Cehennem
olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu
yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer
mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer
ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu
karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler
ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu
altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp
da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil
mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme
bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil
mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan
yıkılsa, emin ol, bu cebhe sarsılmaz!” (Mehmed Âkif, 1987, s.309-310)
Eşref
Edib, Âkif’in “Berlin Hatıraları” şiirinin aczin ortaya çıkardığı bir ağlama
olmadığını Sırat-ı Mustakim’de çıkan
bir yazısında ifade ettiğini söyler: “Bu şiirler, nâzımının ifadesi gibi, bir
aczin giryesi değil, belki en ince hislerin, en nâfiz bir rikkatin mahsulüdür,
ki hem kailini, hem kâriini ağlatır.” (Eşref Edib, 2011, s.88).
Safahat’ın
beşinci kitabı olan Hatıralar’da
Bakara Suresinin 286. numaralı son ayetinin tefsirine yer verdiği ilk şiirinde
Birinci Dünya Savaşı’nın İslam âlemine te’dip olduğunu düşünür. Tüm Müslümanlar
adına Allah’a yalvaran Âkif, 1300 yıldan bu yana İslam için çalıştıklarını
anlatır. İslâm âleminin artık huzura ve savaşsız günlere ulaşmasını dua
şeklinde Allah’tan isteyen Âkif, dökülen kanlar uğruna Müslümanlara zafer arzusuyla
yanar. Osmanlı Devleti’nin savaştaki durumunu aynı ayet doğrultusunda açıklar.
Allah, hiçbir kuluna takatinin yetmeyeceği yüklemez, aynı zamanda bu gerçekten
hareketle ayetteki duaya yer verir. Osmanlı ordusu Balkan Savaşlarından yeni
çıkmışken daha büyük bir savaşa girmek zorunda kalmıştır:
“Balkan´daki
yangın daha kül bağlamamışken,
Bir
başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken!” (Mehmed Âkif, 1987, s.268)
Şair
Mehmed Âkif bir yandan orduya ve Müslümanlara savaşla ilgili moral verirken bir
yandan da kader konusuna girer. Savaşların nedenini sorgulamak ister.[9]
“Ey
bunca zamandır bizi te´dîb eden Allah;
Ey
âlem-i İslâm´ı ezen, inleten Allah!
Bizler
ki senin va´d-i İlâhîne inandık;
Bizler
ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık;
Bizler
ki beşer bir sürü ma´bûda taparken,
Yıktık
o yaman şirki, devirdik ebediyyen;
Bizler
ki birer hamlede evhâmı bitirdik
Ma´bedlere
Ma´bûd-i Hakîkî´yi getirdik;
Bizler
ki senin ismini dünyaya tanıttık..
Gördükse
mükâfatını ya Rab, yeter artık!” (Mehmed Âkif, 1987, s.267)
Şair
Mehmed Âkif, İslam âleminin içinde bulunduğu gafletten uyanması için çağrıda
bulunduğu “Uyan” şiirini yazar. Şair, muhatabından ye’s içinde helâk olmamasını,
musibetler karşısında mazinin kahramanlıklarıyla avunmamasını ister:
“Ey
koca Şark! Ey ebedî meskenet!
Sen
de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum
Garb'ın elinden yarın,
Kalmıyacak
çekmediğin mel’anet
Hakk-ı
hayatın daha çiğnenmeden,
Kan
dökerek almalısın merd isen.
Çünkü
bugün ortada hak sahibi,
Bir
kişidir: "Hakkımı vermem!" diyen.” (Mehmed Âkif, 1987, s.270)
6.Âsım’da Harp Düşünceleri
Şair
Mehmed Âkif, 1919 yılında yayımladığı Âsım
kitabının giriş mısralarında Birinci Dünya Savaşı’ndan söz edilir. Mehmed Âkif’in
babası Tahir Efendi’nin öğrencilerinden olan Köse İmam, şiirde Hocazade olarak
geçen şairle bu konuda konuşur. Köse İmam, Âkif’e harbin sonunu sorar, Âkif
harbin sonunun olup olmadığından emin olmadığını söyler. Köse İmam, taraflardan
birinin yeter demesiyle savaşın biteceğini düşünür, bununla birlikte
İngilizlerin ya doyup patlamasıyla ya da aç kalmasıyla sona ereceğini düşünür:
“İngiliz
yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;
Yâhud
aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.” (Mehmed Âkif, 1987, s.330)
Şair
Mehmed Âkif’in dünya savaşı sürerken keyfine bakanları, savaşı seyredenleri
zaman zaman tenkit eder. Ona göre, hürriyet bekleneni getirmemiştir. Hürriyet
yanlış anlaşılmış ve sefalete sebep olmuştur. Devr-i sabık bile aranır hale
gelmiştir:
“Batmadık
bir yeriniz kaldı mı, bilmem, cici bey
"Devr-i
sâbık" mı dedin Şimdi ... Elindeyse, çevir,
Ensesinden
tutup eyyâmı da gelsin o deviı:
Milletin
beş parasız onda, emîn ol, yedisi!
Gündüzün
aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!
Yatırın
âlemi çavdar karışık mezbeleye:
Ne
bu Ekmek! diye dünyâyı verin velveleye.
Hastalık
kehle, sefâlet saradursun, kol kol,
Sâde
siz seyre bakın!
-
Harb-i umûmî bu, ayol!
-
Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,
Diri
bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefil.” (Mehmed Âkif, 1987, s.367-368)
Âkif,
hürriyetin yanlış anlaşıldığını ve manevi hislerin tahrip edildiğini görüp
kızar, savaşı seyredenleri alaya alır.
7. Mehmed Âkif ve Çanakkale Zaferi
Çanakkale’de
Osmanlı direnişini destansı bir dille Âsım
adlı eserinde anlatan Âkif, kahraman askerlerin
asla ölüm korkusu duymadan yalınayak bir şekilde Kafkas’ı savunduğunu,
başı açık bir şekilde Sina’da çarpıştığını Köse İmam’ın ağzıyla anlatır. Âkif,
kıtalarda hâkimiyet kurmanın köşe kapmaya benzemediğini söyler. Çanakkale
zaferinde tek bir millet “en kesif orduların dördü- beşine karşı mücadele
etmektedir küçücük bir kara parçasında. Düşmanların Osmanlı’yı tarih
sahnesinden silmek için saldırdıkları donanma ve teçhizat o kadar mebzuldür ki ufuk
bile görünmez hale gelmiştir. “Berlin Hatıraları”nda Âkif’in söz ettiği ve
İngilizlerin yenidünyadan getirdiği yoksul halk, Fransızların Afrika’dan getirdiği
mazlumlar ve Rusların Asya’dan getirdiği Müslümanlar, Osmanlı’yla savaşa
zorlanmışlardır. Âkif, Berlin’de gördüklerine Birinci Dünya Savaşı’ndan
bahsettiği mısralarında da yer verir:
“Eski
Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor
kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi
iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya´yla
berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler
başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde
bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi
Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani,
tâ´ûna da züldür bu rezîl istîlâ!” (Mehmed Âkif, 1987, s.388)
Çanakkale
harbindeki ölümcül sahnelerini natüralist bir romancı gibi bütün dehşetiyle
aktaran Âkif, bir milletin yokluktan yola çıkarak ittifak eden bir dünyaya
inancıyla ve sadece inancıyla nasıl karşı koyduğunu destansı bir dille anlatır:
“Sonra
mel´undeki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle
müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden
sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden
zelzeleler kaldırıyor a´mâkı;
Bomba
şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor
göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin
altında cehennem gibi binlerce lâğam.
Atılan
her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.
Ölüm
indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O
ne müdhiş tipidir savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa,
göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak
Boşanır
sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor
zırha bürünmüş de o namerd eller,
Yıldırım
yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor
yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü
hâlinde gezerken sayısız tayyare.
Top
tüfekten daha sık gülle yağan mermîler” (Mehmed Âkif, 1987, s.388-389)
İşte
Âkif, savaşın bütün acımasızlığı, İtilaf devletlerinin gücü ile imanı sayesinde
eğilmeyen kahraman askerin direnişi arasında bir “contrast” üretir. Himmet Uç,
Çanakkale şehitleri için yazılmış bu mısralarda bir milletin ruh analizinin
bulunduğunu belirtir:” “Çanakkale Şehitleri’nde savaş ve askerler, vaka ve
kişilerden hareketle savunmanın, kahramanlık şaheserinin ruh analizini yapar.
İstiklal Marşı’nda Bayrağa bakarak ondan hareketle onu ruhlandırarak onun ruh
halinden ve duruşundan bir milletin istiklal ihtiyacını ortaya koyar. Hem
bayrağın, hem milletin, hem kendi ruh halinin analizini yapar.” (s.361). Düşmanın
ne kadar gücü varsa kahraman askerin de o kadar imanı vardır. Vatanı korumak ve
ayaklar altında ezilmemesi için gövdeler, zulmün makinelerine siper olmuştur:
“Kahraman
orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne
çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır
kal´a mı göğsündeki kat kat imân
Hangi
kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm
Çünkü
o te´sîs-i İlahî o metîn istihkâm
Sarılır,
indirilir mevki´i müstahkemler,
Beşerin
azmini tevkîf edemez sun´-i beşer;
Bu
göğüslere Hudâ´nın ebedî serhaddî;
"O
benim sun´-i bedi im, onu çiğnetme" dedi.” (Mehmed Âkif, 1987, s.389)
İşte
Hudâ’nın emanet verdiği yurdu, Asım’ın nesli korumuştur. Şairin “Berlin
Hatıraları”nda dile getirdiği “zehirli zanbak” ve “zangoç” değil. Şüphesiz ki Mehmed
Rauf ve Tevfik Fikret’lerin nesli, vatanı işgale karşı koruyabilecek bir nesil
değildir. Vatanı koruyacak ve kurtaracak olan Âsım’ın neslidir:
“Âsım´ın
nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte
çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ
gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O,
rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış
temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir
hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey,
bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten
ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.” (Mehmed Âkif, 1987, s.389)
Mehmed
Âkif’in neredeyse İstiklâl Marşı’nın mısralarına denk düşen bu mısraları
Çanakkale direnişi sayesinde ölümsüz bir destana dönüşmüştür. Bütün mazi
yeniden dirilmiştir. Âkif, Çanakkale zaferinin Haçlılara karşı kazanılmış bir
zafer olduğunu dile getirir. Defalarca Haçlıları yenen ve püskürten Selahaddin
Eyyubî ve Sultan Kılçarslan bu zaferden ötürü hoşnut olmuştur:
“Sen
ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın
en sevgili sultânı Salâhaddîn´i,
Kılıç
Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen
ki, İslâm´ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O
demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen
ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen
ki, a´sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana
gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey
şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana
âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” (Mehmed Âkif, 1987, s.390)
Çanakkale
yenilmez gibi görünenlerin mağlup edildiği bir zaferdir. Batı’nın savaş
meydanlarındaki son hücumudur. 1912’de batan Titanik gemisi için Edward
Smith’in “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.” dediği gibi İngilizler de
ordularının asla yenilmeyeceğini, dünya dışı bir gücü bile mağlubiyete uğratacağını
kibirle düşünüyordu. Oysa siper olan gövdeler, “hayasızca akın”ı durdurmuştu.
Hasan Basri, bu mısralarda “uhrevî bir koku” olduğunu söyler (Çantay, t.y., s.
196). Yine Âkif’in bu dizeleriyle Nef’i’nin, Sultan IV. Murat’ın Bağdat’ı feth
etmesi üzerine yazdığı kasidenin terennümünü duymak mümkündür:
Tîgına
n’ola yemîn eylerse rûh-ı Murtazâ
Bir
gazâ etdin ki hoşnûd eyledin peygamberi (Akkuş, 1993)
Şair
Mehmed Âkif, Birinci Dünya Savaşı sürerken cepheye moral vermek ister. Vatanın
savunmasında görev almamayı şiddetle kınar. Dünyanın yoksul ve Müslüman
ülkelerinde getirilip savaşa konulan Müslümanlar için üzülür. Ama Âsım’ın Çanakkale Zaferi ile ilgili
mısralarında umutsuzluğun yenilişi vardır.
Gerçekten de Çanakkale ile tarihi şahsiyetler kadar peygamber de hoşnut
olmuştur. Çünkü şehit olup gelenleri kucağını açarak beklemektedir. Çünkü
Çanakkale, mucizevî bir zaferdir. Eşref Edib, Berlin’de Âkif’le birlikte
bulunduğu sırada kendisine arkadaşlık eden Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in Çanakkale
harbi konusunda bir hatırasını nakleder. Şair, gece gündüz Çanakkale’yi
düşünür. Âkif, Ömer Lütfi Bey’e Çanakkele’yi sürekli sorar: “Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?” Ömer Lütfi bu soruya
şöyle cevap verir: “Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasında
düşünülünce ümit yok. Ancak fen kâidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey
olmalı ki dayanabilsin.” Âkif bu cevap karşısında üzülür ve sürekli ağlardı.
Eşref Edib’in Ömer Lütfi’den naklettiği hatıraya göre Âkif’in ağlamadığı gün
yoktu (Eşref Edib, 2011, s.89). Yine Eşref Edib, Necid çöllerinde yolculuk
ederken bile Çanakkale’yi bir an bile unutamaz, dört buçuk ay süren yolculuk
sırasında daima dua eder (Eşref Edib, 2011, s.92). Necid çöllerinde seyahat
ederken zafer haberini işiten Âkif, çocuk gibi ağlar (agy, s.94). Hasan Basri’ye
göre de Âkif, “…millî savaşlardan doğan o yüksek ve şanlı zaferler önünde” (Çantay,
t.y., s. 179). çıldırmak raddelerindedir.[10]
Şair
Âkif’in “Necid Çölleri’nden Medîne’ye” manzumesi de savaş sırasında kaleme
alınan eserleri arasındadır. Şiirde harbe ilişkin pek detay bulunmaz. Şiire
kutsal topraklara yolculuk yapan şairin heyecanı ve yolculuk sırasındaki mekân
tasvirleri egemendir. Mehmet Emin Erişirgil
(2006) Âkif’in İbnü’r-Rüşd adlı kabile reisiyle görüşmek ve onu Osmanlı
saflarında tutmak maksadıyla Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olarak
görevlendirildiğini bildirir (s.226). Manzumede savaşa ilişkin en önemli detay,
Âkif’in peygamberimizin mezarı başında tehlil nidalarını dinlerken dalmasıdır.
Bu kısa dalış sırasında Âkif, peygamberin savaşlarla imtihan edilen mazlum
ümmetini düşünür, dua eder:
“Önümde
ümmet-i mazlûmesiyle Peygamber;
Gözümde
sel gibi yaşlar, içimde titremeler;
Ne
ihtiyârıma sahib, ne i’tiyâdıma râm,
Ne
girdibâd-ı ibâd ortasında bî-ârâm;
Sularla
engine düşmüş sefine-pâre gibi,
-Ki
şimdi üstüne çıkar, şimdi bulmak üzre dibi
İner
iner silinir tâ uzaklarda,
Yavaş
yavaş kabaran dalgalarla kalkar da,
İyân
olur yeniden –öyle çalkanıp durarak;
Zemîne
acze kapandım sonunda mustağrak!” (Mehmed Âkif, 1987, s.314-315)
Mehmed
Âkif, peygamberin huzurunda onunla ümmetini düşünüp ağlar. Savaş karşısında
cepheden cepheye koşan Müslümanlar için Allah’a yalvarır. İstiğrak halinde
bulunduğu anlarda da mazlum ümmeti düşünür.
8.Harb-i Umûmî’den Sonra
Savaş
bittikten sonra yıkılan bir ülkede gezen Âkif, gördükleri karşısında ürperir.
Çünkü taş üstünde taş kalmamıştır. Harap şehirler, yıkılmış evler, başsız
aileler, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, ıssız yollar bu dekorun,
mağlubiyetin yansımasıdır. İnsan çehreleri buruşmuş, boyunlar incelmiş, başlar düşünmez hale
gelmiştir. Âkif, gördükleri karşısında daima ağlar:
“Harâb
iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış
köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş
çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş
beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez
başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler,
esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar;
türlü iğrenç ibtilâlar, türlü illetler;
Örümcek
bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz
tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ´atsiz
imamlar; kirli yüzler; secdesiz baçlar;
"Gazâ"
nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız
âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek
mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..
Geçerken,
ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan
yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” (Mehmed Âkif, 1987, s.413)
Savaş
sürerken sen-ben kavgasında düşen kişileri kınayan milli şair Âkif,
“Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm /Gördüm de hazanında bu cennet gibi
yurdu” (Mehmed Âkif, 1987, s.500) diye yazacaktır çok sonraları. Onun koca bir
İmparatorluğun yıkılışı karşısında duyduğu acı, acıların en büyüğüdür. Mehmed
Âkif’in derin üzüntüsü, “Gölgeler” kitabındaki şiirlerinin ruhî muhasebeye
dönüşmesine neden olur[11].
9. Sonuç
Şair
Mehmed Âkif, sanatının olgunluk döneminde Birinci Dünya Savaşı’na tanık
olmuştur. Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olarak İttihat Terakki ve Enver Paşa
tarafından Berlin ve Riyad’a iki görev için gitmiştir. Şair Berlin’de 1914
yılının sonlarından Mart 1915 ortalarına kadar bulunur. Berlin seyahati,
Almanya’daki Müslüman esirlerle görüşmek için yapılmış olup bu seyahat şairin
“Berlin Hatıraları” adlı Birinci Dünya Savaşı izlenim ve görüşlerini aktaran en
önemli şiirinin vücuda getirilmesini sağlamıştır. Şairin
savaş sırasında aldığı ikinci görev ise Şerif Hüseyin’in isyanı sonrasında
Osmanlı’ya sadık olan Arap şeyhi İbnü’r-Reşid’le bazı siyasi meseleleri
konuşmak için gönderilmesidir. Âkif’in
savaş sırasındaki görevleri, siyasi ve diplomatiktir. Birinci Dünya Savaşı, Mehmed
Âkif’in şiirine oldukça realist yönleriyle yansır. Onun şiirinde savaş sahneleri
kadar, cephe gerisinde mahzun duran vatan ve yası tutulan kayıp topraklar
vardır. Mehmed Âkif’e göre, Osmanlı’nın yenilgisi ümmetin ihtilafından
kaynaklanır. Çanakkale harbinin zafer haberini çölde alan Âkif, zafer
muştusuyla âdeta susuz ve kuru çölde suya kavuşur. Âkif, Osmanlı’yı arkadan
vuran Şerif Hüseyin ve sömürgeci saflarında savaşan Müslümanlar nedeniyle
üzüntü duyar. Birinci Dünya Savaşı karşısında Âkif’in anahtar kelimesi
“ittihad”dır. O bütün yenilgileri,
birlik ruhundan yoksun olmaya bağlar. İslâm âlemini yerle bir eden savaşlar
karşısında Allah’a yalvarır ve gece-gündüz ağlar. Savaşın sona ermesiyle
viraneye dönen vatan toprakları karşısında çökmüştür. Savaşın ilk yıllarında
şairin duyduğu zafer aşkı ve heyecanı yerini büyük bir mateme terk etmiştir.
Kaynaklar
Akkuş, Metin. (1993). Nef ’i Divanı. Ankara: Akçağ Yayınevi.
Baykan, Ali (2008). “Mehmed Akif ve
Alfred Döblin’in Berlin Şehri Persfektifinde Alman Sosyo-Kültürel Olgusu
Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma”. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I.
Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım 2008. Burdur. ss. 87-99
Cündioğlu, Dücane (2011). Bir Kur’an
Şairi: Mehmed Âkif Ersoy ve Kur’an Tefsiri İstanbul:Kapı Yayınları.
Cündioğlu, Dücane (2010). Âkif’e
Dair:Deneme. İstanbul:Kapı Yayınları.
Çantay, Hasan Basri
(t.y.). Âkifnâme. Haz. Mürşid Çantay.
İstanbul.
Çetin, Nurullah (2012), Emperyalizme Direnen
Türk: Mehmet Akif Ersoy. Ankara:Akçağ Yayınları.
Düzdağ, Ertuğrul (2000). Mehmed Âkif
hakkında araştırmalar :1- 2. İstanbul : Marmara Üniv. İlahiyat
Fak. Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları.
Ercilasun, Bilge (2008). “Mehmet Âkif ve
Kader Meselesi” Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif
Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım 2008. Burdur. ss. 135-144
Erişirgil, Mehmet Emin (2006). Mehmet
Âkif:İslâmcı Bir Şairin Romanı. Ankara:Nobel Yayınları.
Eşref
Edib (2011). Mehmed Âkif Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları. Haz.
Fahrettin Gün. İstanbul:Beyan
Karakoç, Sezai (2012). Mehmed Âkif. İstanbul:Diriliş.
Kuntay, Mithat Cemal (1986). Ölümünün 50. Yılında Mehmed Âkif.
Ankara:İş Bankası Yayınları.
Marx, Karl (2003). Kapital. C-1-3. İstanbul: Eriş Yayınları
Mehmed Âkif (1987). Safahat. Haz. M. Ertuğrul Düzdağ.
Ankara:KTB Yayınları.
Mehmed
Âkif (2010). Mehmed Âkif, Düzyazılar
Makaleler-Tefsirler-Vaazlar. Haz. A.Vahap Akbaş. İstanbul:Beyan
Parlatır, İsmail (2008). “İkinci
Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri İçinde Mehmet Âkif”. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. Burdur. ss. 425-429
Semiz, Yaşar (1999). “I.
Dünya Savaşı’nda Mehmed Âkif”. S.Ü.Türkiyat Araştırmaları Dergisi. Sayı 5.
Konya. ss.237-267.
Topçu, Nurettin (2011). Mehmed Âkif.
İstanbul: Dergâh Yayınları.
Uç, Himmet (2007). Mehmed Âkif ve Hikâye
Sanatı. Ankara:Bizim Büro Yayınları.
Uç, Himmet (2008). “Mehmet Akif’in
Hayatı Ve Eserlerindeki Ruhî Değişmelerin Psikanalitik Yorumu”. Mehmet Akif
Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım
2008. Burdur. ss. 355-385
Yetiş, Kâzım (2006), Bir Mustarip Mehmed
Âkif Ersoy. Ankara:Akçağ Yayınları.
[1] Eşref Edib ve
Hasan Basri Teşkilât-ı Mahsusa’nın doğrudan orduya bağlı bulunduğunu
söylemişlerdir. Mehmet Emin Erişirgil (2006)
ise teşkilatın Almanların telkiniyle içte ve dıştaki Türk ve
Müslümanlara propaganda yapmak maksadıyla kurulduğunu belirtir (s.224).
[2] Âkif, Berlin’e
Tunuslu Salih Bey ve Mısırlı Fuat Bey ile birlikte görevlendirilir. Heyetin
başkanıdır (Erişirgil, 2006, s.207).
[3] Yine Eşref
Edib’in verdiği bilgiye göre, esir kamplarını Osmanlı hükûmetini daha fazla
yanına çekmek için propaganda aracı olarak kullanıyordu. Türkiye’den getirttiği
görevlilere Müslümanlara ne kadar iyi davrandığını kanıtlamak istiyordu (Eşref
Edib, 2011, s.87).
[4] Hasan Basri
Çantay da Âkif’in bu mukayesesi üzerinde durur: “Mehmed âkif, bermutad, bizim
eski devrelerdeki kahvehanelerimizi, hanlarımızı, şimendöferlerimizi,
sokaklarımızı, çamırlarımızı … tuhaf tuhaf anlattıktan, yerlerin dibine
batırdıktan sonra Avupa’daki mukabillerini tarif ve tasvir ediyor” (Çantay,
t.y., s. 173).
[5] İsmail Parlatır
(2008), Âkif’in dverinin fikir hareketleri içindeki yerini şöyle anlatır:
“Türkçülük, Garpçılık ve İslâmcılık çizgisinde Mehmet Âkif, şüphesiz İslâmcılık
fikri çerçevesinde yerini almıştı. Ancak, Âkif’in İslâmcılık anlayışı, körü
körüne bir İslâm inancı değil, bu devlete ve halka yeni bir ruh ve kimlik
kazandıracak; gerçek manada İslâm’ı yaşatacak bir yeni düzen etrafında
yoğunlaşıyordu” (s.427).
[6] Mehmed Âkif,
Kastamonu’da ahaliye verdiği bir vaazda bu sayıdan “yarım milyara yakın”
(Mehmed Âkif, 2010, s.519) diye
bahseder.
[7] M.Ertuğrul
Düzdağ’ın verdiği bilgiye göre, Mehmed Rauf 1910 yılında gizli olarak Bir Zanbağın Hikâyesi adlı müstehcen
romanı yayımlar. Bunun üzerine kitap sebebiyle Mehmed Rauf tevkif edilir ve
subaylıktan atılır (Düzdağ 1987: s.304).
[8] Mithat Cemal ve
Eşref Edib Âkif’in şiirine konu olan Alman şarkiyatçının isminin Martin Hartman
olduğunu söyler. Ayrıca Nurullah Çetin
(2012), Dr. Dozy’nin İslam Tarihi
Hakkında Bir Kalem Tecrübesi adında İslam dini ve peygamberine düşmanca
saldıran bir kitap yazdığını ve bu kitabın Dr. Abdullah Cevdet tarafından meşrutiyet
sonrasında yayımlandığını bildirir. Dr. Dozy’nin iddiaları ile “Berlin
Hatıraları” arasında diyalojik bir ilişki vardır. Dücane Cündioğlu (2011) ise Âkif’in Berlin’deyken Müsteşrikler Cemiyeti
Başkanı ile sık sık bir araya geldiğini ve İslâmın akaidine ilşkin kimi
meseleleri onunla tartıştığını ifade eder (s.68). Yine Cündioğlu (2010), Âkif’in, Dr. Dozy çevirmeni Dr. Abdullah
Cevdet ile aynı ortamda bulunmaktan son derece istikrah ettiğini ama meselenin
millete hizmet olmasından dolayı mecburen katlandığını ifade ettiğini Dr.
Abdullah Cevdet’in bir yazısına dayandırarak belirtir (s.4-5).
[9] Fakat Âkif menfî
mânâda kaderi sorgulamaz. O, pek çok şiirinde kader ve tevekkül arasındaki ince
çizgiyi vurgular. Cemiyetin yanlışlarının kadere yüklenmemsi gerektiğini
düşünür (Bkz. Ercilasun, 2008, ss.135-144) Ayrıca Himmet Uç (2008) bu konuda
bir şey söyleyebilmek için multi-disipliner bir çalışma içine girmek
gerektiğini vurgular: “Tarihi, sosyolojik, dini realiteler sonunda geldiğimiz
noktaları Allah’a yüklemek yanlış bir tutumdur, bu yüzden Akif eleştirilerinden
sıkılır “Ağzım kurusun” der. Allah’ın adaleti konusu da tartışılmış bir konudur,
eğer zalimler zulümlerinin cezasını anında görseydi, hiç kimse zalim olmazdı,
halbuki zulüm bir irade konusudur, sabır da bir irade konusudur. Eğer
kötülükler anında karşılık görseydi iyilik ve kötülük, isteyerek değil,
mecburiyete dönüşürdü, bu da dinin ihtiyari mantığına aykırıdır. İnsan ister
iyi olur, ister kötü olur. Akif’in bu konudaki eleştirileri birçok alanda bilgi
gerektiren konulardır.” (s.367)
[10]
Mehmet Emin
Erişirgil (2006)’in Âkif’in birkaç mısraını yorumladığı şu düşünceleri dikkate
değerdir: “Kafkas’a varmak için ayağına sataşan kar kütlelerine bakmıyordu da
öyle iniyordu ki:
Bir çağlayan
akmakta yarıp taşları sanki,
Yalçın buz demiyor, onun üstünden
sekip dağları aşıyor, kızgın çöl demiyor, sahraları dolaşıyor;
Artık
gidiyor: Hakka varan bir yolu tutmuş,
Allah’a
bakan gözleri dünyayı unutmuş.
Öyle ki geride bıraktığı yavrusuna
aldırış ettiği yok, karısının annesinin feryatlarına aldırış ettiği yok,
doğduğu ter döktüğü topraklarına aldırış ettiği yok, kulakları yalnız
cedlerinden gelen sesle dolu:
Bir
böyle şehidin ki mükâfâtı zaferdir,
Vermezsen
İlâhî, dökülen hûnu hederdir.” (s.201)
Bu manzumeyi yazıp bitirdiği zaman
bir başlık aradı: Takat getiremeyeceğimiz bir yükü yükleme Allah’ım!” âyetini
hatırladı ve onu yazdı.” (s.201)
[11] Sezai Karakoç
(2012), Gölgeler hakkında “hayattan ve zamandan kopuş, metafiziğin kendini
duyuruşu” (s.43)şeklinde değerlendirerek Âkif’in sosyal olaylara sırt çevirerek mutlak içinde
eridiğini belirtir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder