31 Mayıs 2016 Salı

ULUSLARARASI BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN 100. YILI SEMPOZYUMU

yayın yeri: ULUSLARARASI BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN 100. YILI SEMPOZYUMU, BİTLİS EREN ÜNİVERSİTESİ-TTK, BİTLİS, 2014



BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI KARŞISINDA MEHMED ÂKİF

Ferhat KORKMAZ *

ÖZET
Edebiyat ve edebî eserler, zamanın ruh ve mânâ iklimini çağlar ötesine taşır, tarihin aydınlatılmasında yardımcı kaynak olarak kullanılır.  Bir dönemi, insan doğası bakımından anlamak için edebî eserlere başvurmak gerekir. Şiir, roman, hikâye ve anı türünde yazılan pek çok edebî eser, çağın doğru yorumlanması ve ruhunun yakalanmasında çeşitli yönleriyle katkı sunar.
1873 yılında İstanbul’da doğan Mehmed Âkif,  Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sanatının olgunluk zamanlarında tanık olmuştur. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımdan muzdarip olan Mehmed Âkif, şiir ve yazılarında bu konuya değinir. Özellikle cephe gerisinde aktif görevler alan Mehmed Âkif, Birinci Dünya Savaşı’nın ruh ve mânâ iklimini ustaca yansıtmıştır şiirlerine. Savaş sırasında Arap isyanlarını durdurmak için kutsal topraklara ve Mısır’a yolculuk yapmıştır. Berlin’de tanık olduklarını şiirine yansıtmıştır.
Edebiyat ve tarihin birbirini besleyen kaynaklar olmasından hareketle çalışmamızda, Mehmed Âkif’in Birinci Dünya Savaşı sırasında duruşu ve bu duruşunun eserlerine yansıyışı ele alınacaktır.  Bu çerçevede Mehmed Âkif’in başta Safahat adlı eseriyle birlikte Sırat-ı Mustakim ve Sebilü’r-Reşad gazetelerinde çıkan yazıları taranacaktır.  Ayrıca hakkında yazılan temel eserler de incelenerek Mehmed Âkif’in  Birinci Dünya Savaşı’na bakışı geniş olarak değerlendirilecektir.


…………………………………………………………………………………………
* Yrd. Doç.Dr., Batman Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Batman, e-mail: ferhat.korkmaz@batman.edu.tr


                1.Giriş

Mehmed Âkif, Balkan Savaşları yüzünden kaybedilen topraklar ve Osmanlı ordusunun mağlubiyeti sebebiyle pek çok şiir yazar. Fakat Birinci Dünya Savaşı, onun şiir sanatını en çok etkileyen hadisedir. O, bir yandan cemiyete moral verirken, bir yandan şehit olan vatan evlatları ve kaybedilen vatan toprakları nedeniyle yas tutmaktadır.
Şair Mehmed Âkif, Birici Dünya Savaşı sırasında Teşkilât-ı Mahsusa üyesidir. Mehmed Âkif, İttihad ve Terakki Partisi’nin gizli servisi olan[1] Teşkilât-ı Mahsusa görevlisi olarak Almanya ve Suudi Arabistan’a seyahat eder. Berlin seyahati Âkif’in  796 mısralık “Berlin Hatıraları”nı yazmasına, Suudi Arabistan seyahati ise “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirini yazmasına vesile olmuştur. “Hatıralar” adlı şiir kitabı, Şair Mehmed Âkif’in Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin görüşlerinin en iyi yansıtıldığı eseridir.
Almanlar; Rus, İngiliz ve Fransız saflarında müttefiklere karşı savaşan Müslüman esirler için ayrı ayrı kamplar kurmuştu. Eşref Edib’in verdiği bilgilere göre, bu esir kamplarında bulunanların sayısı 100 bini bulmaktaydı. Mithat Cemal de aynı fikirdedir (Kuntay, 1986, s.173). Osmanlı devletine cemile olsun diye esirlere hem iyi bakılıyor hem de onlara çeşitli camiler, okullar yapılmış, imam ve vaizler tayin edilmiş, hatta Müslüman esirlerin gazete çıkarmalarına müsaade olunmuştu (Eşref Edib, 2011, s.86). II. Wilhelm’in emriyle Müslüman esirlerin durumunun araştırılması istenmişti (Semiz, 1999, s.241).  Mithat Cemal ise hatıratında esirlerin Osmanlı ve itilaf devletleri safına çekilmesi için Âkif’in Arapça vaazlar verdiğini yazar (Kuntay, 1986, s.173). Bu vaazlarda, İtilaf devletlerinin Müslümanlar üzerindeki dezenformasyonu bertaraf etme amacı temel teşkil eder (Semiz, 1999, s.243-244). Almanya’ya defalarca heyet gönderilmiştir. Âkif, bu heyetlerde bulunan bir vaizdir[2].  Bütün bu çalışmalarda, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun  100 bine yaklaşan esirin İttifak devletlerinin saflarında çarpışması için ikna çabasının bulunabileceği düşünülmektedir.


2. Geriliğin Sebepleri
Mehmed Âkif, Teşkilât-ı Mahsusa heyetlerinden birinde görevli olarak gittiği Berlin’de çocuğunu savaşta kaybeden bir Alman ailesiyle görüştüğü sırada Osmanlı Devleti ile Almanya’yı pek çok bakımdan karşılaştırır.[3] Eşref Edib’e göre, Âkif bu Alman ailesiyle hiç görüşmemiştir, hicranlı anneyi yalnızca hayalinde söyletmiştir (Eşref Edib, 2011, s.87). Şiirde ilk mısralarında konuya hazırlık babından Osmanlı-Alman kent yapısının mukayesesi vardır. Kaldığı oteli gayet temiz ve nezih bulan Mehmed Âkif, kıyasa buradan başlar[4]:
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum ismini... Bir sırnaçık böcek vardı...
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça iti...
Bilirsiniz a canım... Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!” (Mehmed Âkif, 1987, s.291)
Otelin temizliğine hayran kalan Mehmed Âkif, trenin hızı, şehirlerin düzeni, belediye hizmetleri, lokantaların tertibi, insanlardaki nezafet gibi konularda tasvirler yapar. Bunların esasında İslam ahlâkı olduğunu söyleyen şair, kendi ülkesinin geri kalması hususunda bu tür  sahne araçlarını dikkate sunarak son derece üzgün olduğunu belirtir. Mehmed Âkif’in Osmanlı ülkesinin geri kalmasını hatırlaması ise savaş meydanındaki yenilgi sebebiyledir. Âkif, evde kullanmak için yapılan bir alet ile savaşta kullanılan bir silah arasında ilişki olduğunun farkındadır. Mithat Cemal, Âkif’in Berlin elçisini tefsir yazarken, Fatih’teki hocaların ise siyaset konuştuğunu gördüğünü ve herkesin kendi işi haricinde bir iş tutturduğunu görerek üzüldüğünü aktarır (Kuntay, 1986, s.173).
3. Alman Aileye Tesliyet
Şiirin ilk mısrasında hitap ettiği kişi Binbaşı Ömer Lütfi Bey’dir (Eşref Edib, 2011, s.87-88). Oturduğu kahvede evlâtlarını savaşta yitirmiş bir Alman aileyi dinler, onlara teselli verir:
“Fakat, düşün, niye etmiş hayâtı istihkâr?
Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini?
Evet, yaşatmak için ümmehâtın akdesini,
" Fedâ-yı cân edeceksin!" demiş "vatan" hissi...
Demek: Heder değil oğlun, vatan fedâîsi.
Bilir misin ne kadar anne var bugün, yasta.
Tunus´ta, sonra Cezayir’de, sonra Kafkas’ta?” (Mehmed Âkif, 1987, s.297)
Şair, anneye evladının vatanını korumak için savaşta öldüğünü söyler. Âkif, Fransız saflarında savaşan ve ölen 150 bin Afrikalının ölümüne değinir. Onların hangi uğurda öldüklerini sorgular. Fransızlar için savaşıp ölen Afrikalılar, Alman ailenin oğullarının durumu ile karşılaştırılır. Biri vatanı için canını feda etmiştir, ötekiler ise ne için öldüğünü bilmemektedir:
“Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lakin zavallı Afrika’da
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş -Fransız askerine.
Siperlik etmek için -saff ı harbin önlerine
O ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin,
Kimin hesâbına ölmüş, desin de inlemesin
Anarken oğlunu, bîçâre, yâhud erkeğini?
"Kimin hesabına?... "Bir söz ki: Parçalar beyini!
Bakınca kasdolunan gâyenin şenâ´atine,
Ne olsa çıldırır insan işin fecâ´atine.” (Mehmed Âkif, 1987, s.297)
Âkif’in bu mısralarında anneliğin kutsiyetine de değinilmiştir. Alman, Türk ve dünya annelerinin acılarının ortak olduğunu ve yüce makamda bulunduğunu (Baykan, 2008, s.93) vurgular.
4.İtilâf Devletleri Saflarında Müslümana Karşı Savaşan Müslümanlar
Mehmed Âkif’in sanat ve ilim hayatı boyunca İslam birliği temel hareket noktası olmuştur. Devrin pek çok fikir hareketi içinde o İslamcılık mefkûresini benimsemiştir.[5] Müslümanların halifenin devletine karşı savaştırılması, onun için ölümcül bir nedendir.  Mehmed Âkif, Afrikalıların Fransız saflarında savaştırılmak için zorla götürüldüğünü söyler. Savaşa gitmek istemeyenlere işkence edilir, aileleriyle birlikte hapse atılırlar. Afrikalı siyahi, savaşa gitse de gitmese de iki ateş arasındadır. Oysa vatanı için ölen Alman, 150 bin Afrikalı gibi boşuna ölmemiştir. Şair, Hindistan’ın İngilizler için sömürge olduğunu ve Hint (Pakistan) halkının birkaç İngiliz lordunun keyfi için helak olduğunu belirtir. Hint halkı kıtlık ile boğuşurken İngiliz orada semirmektedir. Baskıyla Hindistan’ı idare eden İngilizler, Hint halkının kanını son damlasına kadar çekmiştir. Karl Marx ile Mehmed Âkif’in Hindistan’daki İngiliz sömürüsü konusundaki görüşleri aynıdır:  “İngiliz pamuklu makineleri, Hindistan’da vahim bir etki yarattı. 1834-35’te Genel Vali şöyle yazıyordu: “’Buradaki sefaletin bir eşine tarihte zor rastlanır. Pamuk dokumacılarının kemikleri Hindistan ovalarını beyaza boyamıştır.” Hiç kuşkusuz, bu dokumacıların, bu geçici” dünyadan göçürmekle, makine, yalnız “geçici bir rahatsızlıktan fazlasına yol açmamıştır. Geride kalanlara gelince, makine durmadan yeni üretim alanlarına el attığına göre, geçici etkisi aslında kalıcı ve daimidir.” (Marx, 2003, s.373) Mehmed Âkif, bu zulmün farkındadır. Üstüne üstelik Hintliler, İngiliz efendisi için bir de cepheye gider:
“Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak.
O, can alıp vere dursun, bilir misin bu ne der?
"’Ölürse hizmet eder, öldürürse hizmet eder!" (Mehmed Âkif, 1987, s.298)
Âkif’in savaş sırasındaki en büyük  hizmetlerinden birisi de Berlin kamplarını ziyareti sırasında, esirler üzerindeki dezenformasyonu anlayıp karşı bir hamlede bulunmasıdır. Bu hamle ise, savaş sırasında megafonlarla ve Urduca anonslarla İngiliz saflarında savaşan Müslümanların Osmanlı’ya iltica etmesini ve Osmanlı saflarında savaşmasını temin etmekti (Semiz, 1999, s.244).
Rusların zulümlerini de Neron’a rahmet okutan şeklinde değerlendiren şair Âkif, Rus ordusunun “katil”, hükûmetinin de “yatak”tan ibaret olduğunu söyler. Hazar havzası civarında Rus işgali altında yaşayan halklar savaşa zorla götürülmüş, kabul etmeyenler ise süngü ucuna mahkûm edilmiştir:
“Sefilin ordusu kâtil, hükûmetiyse yatak!
Hazarda sulhü tahassürle yâd eden teb´a
Sürüldü süngüler altında harbe son def'a;
Yıkıldı arkada milyonla bî-günâhın evi.” (Mehmed Âkif, 1987, s.298)
Görüldüğü gibi Fransız, İngiliz ve Ruslar, cepheye işgal ettikleri, sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki masum insanları savaşa götürüp çarpıştırmaktadır. Kendi savaş araçlarına ve askerlerine adeta etten zırh yapan sömürgecilerin bu tavrı, Âkif’in Müslüman kanının dökülmesi karşısında feryatlarına sebep olur. Âkif, Alman anneye tesliyet verir. 350 milyon[6] Müslümanın akibetinin Alman annenin âkibetinin aynısıdır. Bir Alman aileyle acısını paylaşır. Almanların 50 yıldan bu yana ilk defa savaşa girdiğini, savaşın Osmanlı vatandaşları ve Müslümanlar için ise bir kader olduğunu söyler.

5.Bizi Yanlış Tanıtanlar ve Müsteşriklerin Dezenformasyonları
Mehmed Âkif, Alman kadından Müslüman kadını tanımasını, çektiği acıları anlamasını ister. Şaire göre, maksatçılar ve beş-on romancı Şark’ı Avrupa’ya yanlış anlatmaktadır:
“Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.
O annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme dest-i musâfâtı Şark´a doğru uzat.
Ne hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız
Yazık ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.” (Mehmed Âkif, 1987, s.300)
Şair, Osmanlı kadınını yanlış tanıtan Alman şarkiyatçılarından epey muzdariptir. Şiirde ittihad-ı İslamı parçaladıkları için Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret’e yöneltilmiş bir de tenkit vardır. “Zanbak” yazarı Mehmed Rauf[7] ve “Tarih-i Kadim” şairi Tevfik Fikret, milletin manevi değerlerini yok etmektedir[8]. Bu iki şairin yaptıkları ile Alman müsteşriklerin yaptıkları arasında fark yoktur. Milletin ahlâkında ortaya çıkan tefessüh, Âkif’e göre yüz binlerce şehidin ve kaybedilen toprakların sebebidir. Şair, ani bir kavrayışla Balkan Savaşları neticesinde kaybedilen toprakları hatırlar. Az önce anlattıklarını sebep olarak sunar:
“Nihâyet oldu bu rü yâdan öyle bir bîdâr
Ki hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyâr!
Çatırdamakta bütün hânümânının temeli;
Alev, saçaklara sarmış... Yerinde yok Rumeli!
Şakî çarıkların altında hurdehâş îmân;
Hudâ’yı titretiyor eyledikçe istîmân!
Domuz çobanları "Balkan "da hânedân-ı vakûr!

O hânedanlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.
Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor´
Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.” (Mehmed Âkif, 1987, s.305)

6.Birlik Ruhu ve İslâm Âlemi
Almanları çalışma azminden ve akılla kalbi birleştirmelerinden dolayı takdir eder.  Özellikle Almanların kendi içinde birlik olmasını Osmanlı ve Müslümanlara örnek olarak sunan Âkif, 350 milyon Müslümanın tefrika içinde yaşamasından yakınır. Osmanlı coğrafyasının her geçen gün küçülmesinin nedeni tefrikadır:  “Bundan sonra millet uyanmalı, okumalı, bu felâketlerin hep tefrika ve cahillik yüzünden geldiğini anlamalı da, ona göre çaresine bakmalı.” (Mehmed Âkif, 2010, s.528). Eğer Müslümanlar ilim ve fenne sarılsa ve birlik içinde olsalar, kendilerini yenecek bir kuvvet bulunamaz.
Şair Âkif, Alman mağlubiyeti ile Osmanlı mağlubiyetlerini karşılaştırır. Almanların yenilgiden ders çıkardığını söyler. 1806’da başlayan Jena Savaşı’nda Napolyon’a mağlup olan Almanlar bu sayede ulusal birliğini kurmuştur (Çantay, t.y., s. 178). Sedan’da da yine Fransızlara mağlup olan Almanlar, Alsace-Lorraine’i almayı başarmışlardır yine de. Osmanlı’nın mağlubiyeti Almanlarınkine benzemez. Mağlup oldu mu, her yer tarumardır. İçerde birlik olmadığı için mağlup olan hep Osmanlı’dır. Mısır’ı bir insanın kafasına, Hindistan’ı kalbine, Osmanlı coğrafyasını ise kollarına benzeten şair, İngilizlerin kafa ve kalbe yerleştiğini, bu dünya savaşıyla da kolları ele geçirmek istediğini mısralarına aktarır. Türk ve Arapları iki ayrı kol olarak değerlendiren şair, fitneyle yani Arapların Osmanlı’dan ayrıştırılarak bünyenin tamamen ele geçirilmek istendiğini yazar. Şair Âkif, İslam coğrafyasının geleceğini net bir şekilde görür. Âkif’in bu tespitleri, bugün Orta Doğu’da olup bitenlerin nedenini çok önceden gördüğünü ve onun ileri görüşlülüğünü gösterir. Âkif, çağının ötesini bilen bir şairdir, belki de şair-kâhin benzetmesi bir yerde boşuna değildir:
“Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı İslâm´ın
"O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;
"Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı
"Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur.
"Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!
"Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
"O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.
"O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,
" Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!
"Hem öyle zorla değil, çünkü `fikr-i kavmiyyet"
"Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.
"O tohm-i lâ´neti baştan saçıp da orta yere,
"Arab´la Türk´ü ayırdık mı şöyle bir kerre,
"Ne çırpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;
"Halîfenin de kalır sâde bir sevimli adı!” (Mehmed Âkif, 1987, s.307)
Âkif, İtilaf devletlerinin Osmanlı coğrafyasına saldırılarını bertaraf etmenin tek yolunun İslam birliği olduğunu düşünür. İngilizlerin saldırılarının temelinde birliği parçalamak olduğunu açıkça gören Âkif, o günkü sayıyla 350 milyonluk İslam âlemini birliğe davet eder. Savaşan orduya moral verir, şiiri destansı mısralarla bitirir:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cebhe sarsılmaz!” (Mehmed Âkif, 1987, s.309-310)
Eşref Edib, Âkif’in “Berlin Hatıraları” şiirinin aczin ortaya çıkardığı bir ağlama olmadığını Sırat-ı Mustakim’de çıkan bir yazısında ifade ettiğini söyler: “Bu şiirler, nâzımının ifadesi gibi, bir aczin giryesi değil, belki en ince hislerin, en nâfiz bir rikkatin mahsulüdür, ki hem kailini, hem kâriini ağlatır.” (Eşref Edib, 2011, s.88).
Safahat’ın beşinci kitabı olan Hatıralar’da Bakara Suresinin 286. numaralı son ayetinin tefsirine yer verdiği ilk şiirinde Birinci Dünya Savaşı’nın İslam âlemine te’dip olduğunu düşünür. Tüm Müslümanlar adına Allah’a yalvaran Âkif, 1300 yıldan bu yana İslam için çalıştıklarını anlatır. İslâm âleminin artık huzura ve savaşsız günlere ulaşmasını dua şeklinde Allah’tan isteyen Âkif, dökülen kanlar uğruna Müslümanlara zafer arzusuyla yanar. Osmanlı Devleti’nin savaştaki durumunu aynı ayet doğrultusunda açıklar. Allah, hiçbir kuluna takatinin yetmeyeceği yüklemez, aynı zamanda bu gerçekten hareketle ayetteki duaya yer verir. Osmanlı ordusu Balkan Savaşlarından yeni çıkmışken daha büyük bir savaşa girmek zorunda kalmıştır:
“Balkan´daki yangın daha kül bağlamamışken,
Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken!” (Mehmed Âkif, 1987, s.268)
Şair Mehmed Âkif bir yandan orduya ve Müslümanlara savaşla ilgili moral verirken bir yandan da kader konusuna girer. Savaşların nedenini sorgulamak ister.[9] 
“Ey bunca zamandır bizi te´dîb eden Allah;
Ey âlem-i İslâm´ı ezen, inleten Allah!
Bizler ki senin va´d-i İlâhîne inandık;
Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık;
Bizler ki beşer bir sürü ma´bûda taparken,
Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyyen;
Bizler ki birer hamlede evhâmı bitirdik
Ma´bedlere Ma´bûd-i Hakîkî´yi getirdik;
Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık..
Gördükse mükâfatını ya Rab, yeter artık!” (Mehmed Âkif, 1987, s.267)
Şair Mehmed Âkif, İslam âleminin içinde bulunduğu gafletten uyanması için çağrıda bulunduğu “Uyan” şiirini yazar. Şair, muhatabından ye’s içinde helâk olmamasını, musibetler karşısında mazinin kahramanlıklarıyla avunmamasını ister:
“Ey koca Şark! Ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum Garb'ın elinden yarın,
Kalmıyacak çekmediğin mel’anet
Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen.
Çünkü bugün ortada hak sahibi,
Bir kişidir: "Hakkımı vermem!" diyen.” (Mehmed Âkif, 1987, s.270)

6.Âsım’da Harp Düşünceleri
Şair Mehmed Âkif, 1919 yılında yayımladığı Âsım kitabının giriş mısralarında Birinci Dünya Savaşı’ndan söz edilir. Mehmed Âkif’in babası Tahir Efendi’nin öğrencilerinden olan Köse İmam, şiirde Hocazade olarak geçen şairle bu konuda konuşur. Köse İmam, Âkif’e harbin sonunu sorar, Âkif harbin sonunun olup olmadığından emin olmadığını söyler. Köse İmam, taraflardan birinin yeter demesiyle savaşın biteceğini düşünür, bununla birlikte İngilizlerin ya doyup patlamasıyla ya da aç kalmasıyla sona ereceğini düşünür:
“İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;
Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.” (Mehmed Âkif, 1987, s.330)
Şair Mehmed Âkif’in dünya savaşı sürerken keyfine bakanları, savaşı seyredenleri zaman zaman tenkit eder. Ona göre, hürriyet bekleneni getirmemiştir. Hürriyet yanlış anlaşılmış ve sefalete sebep olmuştur. Devr-i sabık bile aranır hale gelmiştir:
“Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilmem, cici bey
"Devr-i sâbık" mı dedin Şimdi ... Elindeyse, çevir,
Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o deviı:
Milletin beş parasız onda, emîn ol, yedisi!
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!
Yatırın âlemi çavdar karışık mezbeleye:
Ne bu Ekmek! diye dünyâyı verin velveleye.
Hastalık kehle, sefâlet saradursun, kol kol,
Sâde siz seyre bakın!
- Harb-i umûmî bu, ayol!
- Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,
Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefil.” (Mehmed Âkif, 1987, s.367-368)
Âkif, hürriyetin yanlış anlaşıldığını ve manevi hislerin tahrip edildiğini görüp kızar, savaşı seyredenleri alaya alır.
7. Mehmed Âkif ve Çanakkale Zaferi
Çanakkale’de Osmanlı direnişini destansı bir dille Âsım adlı eserinde anlatan Âkif, kahraman askerlerin  asla ölüm korkusu duymadan yalınayak bir şekilde Kafkas’ı savunduğunu, başı açık bir şekilde Sina’da çarpıştığını Köse İmam’ın ağzıyla anlatır. Âkif, kıtalarda hâkimiyet kurmanın köşe kapmaya benzemediğini söyler. Çanakkale zaferinde tek bir millet “en kesif orduların dördü- beşine karşı mücadele etmektedir küçücük bir kara parçasında. Düşmanların Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek için saldırdıkları donanma ve teçhizat o kadar mebzuldür ki ufuk bile görünmez hale gelmiştir. “Berlin Hatıraları”nda Âkif’in söz ettiği ve İngilizlerin yenidünyadan getirdiği yoksul halk, Fransızların Afrika’dan getirdiği mazlumlar ve Rusların Asya’dan getirdiği Müslümanlar, Osmanlı’yla savaşa zorlanmışlardır. Âkif, Berlin’de gördüklerine Birinci Dünya Savaşı’ndan bahsettiği mısralarında da yer verir:
“Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya´yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ´ûna da züldür bu rezîl istîlâ!” (Mehmed Âkif, 1987, s.388)
Çanakkale harbindeki ölümcül sahnelerini natüralist bir romancı gibi bütün dehşetiyle aktaran Âkif, bir milletin yokluktan yola çıkarak ittifak eden bir dünyaya inancıyla ve sadece inancıyla nasıl karşı koyduğunu destansı bir dille anlatır:
“Sonra mel´undeki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a´mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.
Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık gülle yağan mermîler” (Mehmed Âkif, 1987, s.388-389)
İşte Âkif, savaşın bütün acımasızlığı, İtilaf devletlerinin gücü ile imanı sayesinde eğilmeyen kahraman askerin direnişi arasında bir “contrast” üretir. Himmet Uç, Çanakkale şehitleri için yazılmış bu mısralarda bir milletin ruh analizinin bulunduğunu belirtir:” “Çanakkale Şehitleri’nde savaş ve askerler, vaka ve kişilerden hareketle savunmanın, kahramanlık şaheserinin ruh analizini yapar. İstiklal Marşı’nda Bayrağa bakarak ondan hareketle onu ruhlandırarak onun ruh halinden ve duruşundan bir milletin istiklal ihtiyacını ortaya koyar. Hem bayrağın, hem milletin, hem kendi ruh halinin analizini yapar.” (s.361). Düşmanın ne kadar gücü varsa kahraman askerin de o kadar imanı vardır. Vatanı korumak ve ayaklar altında ezilmemesi için gövdeler, zulmün makinelerine siper olmuştur:
“Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal´a mı göğsündeki kat kat imân
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm
Çünkü o te´sîs-i İlahî o metîn istihkâm
Sarılır, indirilir mevki´i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun´-i beşer;
Bu göğüslere Hudâ´nın ebedî serhaddî;
"O benim sun´-i bedi im, onu çiğnetme" dedi.” (Mehmed Âkif, 1987, s.389)
İşte Hudâ’nın emanet verdiği yurdu, Asım’ın nesli korumuştur. Şairin “Berlin Hatıraları”nda dile getirdiği “zehirli zanbak” ve “zangoç” değil. Şüphesiz ki Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret’lerin nesli, vatanı işgale karşı koruyabilecek bir nesil değildir. Vatanı koruyacak ve kurtaracak olan Âsım’ın neslidir:
“Âsım´ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.” (Mehmed Âkif, 1987, s.389)
Mehmed Âkif’in neredeyse İstiklâl Marşı’nın mısralarına denk düşen bu mısraları Çanakkale direnişi sayesinde ölümsüz bir destana dönüşmüştür. Bütün mazi yeniden dirilmiştir. Âkif, Çanakkale zaferinin Haçlılara karşı kazanılmış bir zafer olduğunu dile getirir. Defalarca Haçlıları yenen ve püskürten Selahaddin Eyyubî ve Sultan Kılçarslan bu zaferden ötürü hoşnut olmuştur:
“Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn´i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm´ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a´sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” (Mehmed Âkif, 1987, s.390)
Çanakkale yenilmez gibi görünenlerin mağlup edildiği bir zaferdir. Batı’nın savaş meydanlarındaki son hücumudur. 1912’de batan Titanik gemisi için Edward Smith’in “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.” dediği gibi İngilizler de ordularının asla yenilmeyeceğini, dünya dışı bir gücü bile mağlubiyete uğratacağını kibirle düşünüyordu. Oysa siper olan gövdeler, “hayasızca akın”ı durdurmuştu. Hasan Basri, bu mısralarda “uhrevî bir koku” olduğunu söyler (Çantay, t.y., s. 196). Yine Âkif’in bu dizeleriyle Nef’i’nin, Sultan IV. Murat’ın Bağdat’ı feth etmesi üzerine yazdığı kasidenin terennümünü duymak mümkündür:
Tîgına n’ola yemîn eylerse rûh-ı Murtazâ
Bir gazâ etdin ki hoşnûd eyledin peygamberi (Akkuş, 1993)
Şair Mehmed Âkif, Birinci Dünya Savaşı sürerken cepheye moral vermek ister. Vatanın savunmasında görev almamayı şiddetle kınar. Dünyanın yoksul ve Müslüman ülkelerinde getirilip savaşa konulan Müslümanlar için üzülür. Ama Âsım’ın Çanakkale Zaferi ile ilgili mısralarında umutsuzluğun yenilişi vardır.  Gerçekten de Çanakkale ile tarihi şahsiyetler kadar peygamber de hoşnut olmuştur. Çünkü şehit olup gelenleri kucağını açarak beklemektedir. Çünkü Çanakkale, mucizevî bir zaferdir. Eşref Edib, Berlin’de Âkif’le birlikte bulunduğu sırada kendisine arkadaşlık eden Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in Çanakkale harbi konusunda bir hatırasını nakleder. Şair, gece gündüz Çanakkale’yi düşünür. Âkif, Ömer Lütfi Bey’e Çanakkele’yi sürekli sorar: “Ömer  Bey, bu Çanakkale ne olacak?” Ömer Lütfi bu soruya şöyle cevap verir: “Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasında düşünülünce ümit yok. Ancak fen kâidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin.” Âkif bu cevap karşısında üzülür ve sürekli ağlardı. Eşref Edib’in Ömer Lütfi’den naklettiği hatıraya göre Âkif’in ağlamadığı gün yoktu (Eşref Edib, 2011, s.89). Yine Eşref Edib, Necid çöllerinde yolculuk ederken bile Çanakkale’yi bir an bile unutamaz, dört buçuk ay süren yolculuk sırasında daima dua eder (Eşref Edib, 2011, s.92). Necid çöllerinde seyahat ederken zafer haberini işiten Âkif, çocuk gibi ağlar (agy, s.94). Hasan Basri’ye göre de Âkif, “…millî savaşlardan doğan o yüksek ve şanlı zaferler önünde” (Çantay, t.y., s. 179). çıldırmak raddelerindedir.[10]
Şair Âkif’in “Necid Çölleri’nden Medîne’ye” manzumesi de savaş sırasında kaleme alınan eserleri arasındadır. Şiirde harbe ilişkin pek detay bulunmaz. Şiire kutsal topraklara yolculuk yapan şairin heyecanı ve yolculuk sırasındaki mekân tasvirleri egemendir.  Mehmet Emin Erişirgil (2006) Âkif’in İbnü’r-Rüşd adlı kabile reisiyle görüşmek ve onu Osmanlı saflarında tutmak maksadıyla Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olarak görevlendirildiğini bildirir (s.226). Manzumede savaşa ilişkin en önemli detay, Âkif’in peygamberimizin mezarı başında tehlil nidalarını dinlerken dalmasıdır. Bu kısa dalış sırasında Âkif, peygamberin savaşlarla imtihan edilen mazlum ümmetini düşünür, dua eder:
“Önümde ümmet-i mazlûmesiyle Peygamber;
Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler;
Ne ihtiyârıma sahib, ne i’tiyâdıma râm,
Ne girdibâd-ı ibâd ortasında bî-ârâm;
Sularla engine düşmüş sefine-pâre gibi,
-Ki şimdi üstüne çıkar, şimdi bulmak üzre dibi
İner iner silinir tâ uzaklarda,
Yavaş yavaş kabaran dalgalarla kalkar da,
İyân olur yeniden –öyle çalkanıp durarak;
Zemîne acze kapandım sonunda mustağrak!” (Mehmed Âkif, 1987, s.314-315)
Mehmed Âkif, peygamberin huzurunda onunla ümmetini düşünüp ağlar. Savaş karşısında cepheden cepheye koşan Müslümanlar için Allah’a yalvarır. İstiğrak halinde bulunduğu anlarda da mazlum ümmeti düşünür.
8.Harb-i Umûmî’den Sonra
Savaş bittikten sonra yıkılan bir ülkede gezen Âkif, gördükleri karşısında ürperir. Çünkü taş üstünde taş kalmamıştır. Harap şehirler, yıkılmış evler, başsız aileler, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, ıssız yollar bu dekorun, mağlubiyetin yansımasıdır. İnsan çehreleri buruşmuş,  boyunlar incelmiş, başlar düşünmez hale gelmiştir. Âkif, gördükleri karşısında daima ağlar:
“Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ´atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz baçlar;
"Gazâ" nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” (Mehmed Âkif, 1987, s.413)
Savaş sürerken sen-ben kavgasında düşen kişileri kınayan milli şair Âkif, “Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm /Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu” (Mehmed Âkif, 1987, s.500) diye yazacaktır çok sonraları. Onun koca bir İmparatorluğun yıkılışı karşısında duyduğu acı, acıların en büyüğüdür. Mehmed Âkif’in derin üzüntüsü, “Gölgeler” kitabındaki şiirlerinin ruhî muhasebeye dönüşmesine neden olur[11].
9. Sonuç
Şair Mehmed Âkif, sanatının olgunluk döneminde Birinci Dünya Savaşı’na tanık olmuştur. Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olarak İttihat Terakki ve Enver Paşa tarafından Berlin ve Riyad’a iki görev için gitmiştir. Şair Berlin’de 1914 yılının sonlarından Mart 1915 ortalarına kadar bulunur. Berlin seyahati, Almanya’daki Müslüman esirlerle görüşmek için yapılmış olup bu seyahat şairin “Berlin Hatıraları” adlı Birinci Dünya Savaşı izlenim ve görüşlerini aktaran en önemli şiirinin vücuda getirilmesini sağlamıştır. Şairin savaş sırasında aldığı ikinci görev ise Şerif Hüseyin’in isyanı sonrasında Osmanlı’ya sadık olan Arap şeyhi İbnü’r-Reşid’le bazı siyasi meseleleri konuşmak için gönderilmesidir.  Âkif’in savaş sırasındaki görevleri, siyasi ve diplomatiktir. Birinci Dünya Savaşı, Mehmed Âkif’in şiirine oldukça realist yönleriyle yansır. Onun şiirinde savaş sahneleri kadar, cephe gerisinde mahzun duran vatan ve yası tutulan kayıp topraklar vardır. Mehmed Âkif’e göre, Osmanlı’nın yenilgisi ümmetin ihtilafından kaynaklanır. Çanakkale harbinin zafer haberini çölde alan Âkif, zafer muştusuyla âdeta susuz ve kuru çölde suya kavuşur. Âkif, Osmanlı’yı arkadan vuran Şerif Hüseyin ve sömürgeci saflarında savaşan Müslümanlar nedeniyle üzüntü duyar. Birinci Dünya Savaşı karşısında Âkif’in anahtar kelimesi “ittihad”dır.  O bütün yenilgileri, birlik ruhundan yoksun olmaya bağlar. İslâm âlemini yerle bir eden savaşlar karşısında Allah’a yalvarır ve gece-gündüz ağlar. Savaşın sona ermesiyle viraneye dönen vatan toprakları karşısında çökmüştür. Savaşın ilk yıllarında şairin duyduğu zafer aşkı ve heyecanı yerini büyük bir mateme terk etmiştir.






Kaynaklar
Akkuş, Metin. (1993). Nef ’i Divanı. Ankara: Akçağ Yayınevi.
Baykan, Ali (2008). “Mehmed Akif ve Alfred Döblin’in Berlin Şehri Persfektifinde Alman Sosyo-Kültürel Olgusu Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma”. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım 2008. Burdur. ss. 87-99
Cündioğlu, Dücane (2011). Bir Kur’an Şairi: Mehmed Âkif Ersoy ve Kur’an Tefsiri İstanbul:Kapı Yayınları.
Cündioğlu, Dücane (2010). Âkif’e Dair:Deneme. İstanbul:Kapı Yayınları.
Çantay, Hasan Basri (t.y.). Âkifnâme. Haz. Mürşid Çantay. İstanbul.
Çetin, Nurullah (2012), Emperyalizme Direnen Türk: Mehmet Akif Ersoy. Ankara:Akçağ Yayınları.
Düzdağ, Ertuğrul (2000). Mehmed Âkif hakkında araştırmalar :1- 2. İstanbul : Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları.
Ercilasun, Bilge (2008). “Mehmet Âkif ve Kader Meselesi” Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım 2008. Burdur. ss. 135-144
Erişirgil, Mehmet Emin (2006). Mehmet Âkif:İslâmcı Bir Şairin Romanı. Ankara:Nobel Yayınları.
Eşref Edib (2011).  Mehmed Âkif Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları. Haz. Fahrettin Gün. İstanbul:Beyan
Karakoç, Sezai (2012). Mehmed Âkif. İstanbul:Diriliş.
Kuntay, Mithat Cemal (1986). Ölümünün 50. Yılında Mehmed Âkif. Ankara:İş Bankası Yayınları.
Marx, Karl (2003). Kapital. C-1-3. İstanbul: Eriş Yayınları
Mehmed Âkif (1987). Safahat. Haz. M. Ertuğrul Düzdağ. Ankara:KTB Yayınları.
Mehmed Âkif (2010). Mehmed Âkif, Düzyazılar Makaleler-Tefsirler-Vaazlar. Haz. A.Vahap Akbaş. İstanbul:Beyan
Parlatır, İsmail (2008). “İkinci Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri İçinde Mehmet Âkif”. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. Burdur. ss. 425-429
Semiz, Yaşar (1999). “I. Dünya Savaşı’nda Mehmed Âkif”. S.Ü.Türkiyat Araştırmaları Dergisi. Sayı 5. Konya. ss.237-267.
Topçu, Nurettin (2011). Mehmed Âkif. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Uç, Himmet (2007). Mehmed Âkif ve Hikâye Sanatı. Ankara:Bizim Büro Yayınları.
Uç, Himmet (2008). “Mehmet Akif’in Hayatı Ve Eserlerindeki Ruhî Değişmelerin Psikanalitik Yorumu”. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi I. Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu. 19-21 Kasım 2008. Burdur. ss. 355-385
Yetiş, Kâzım (2006), Bir Mustarip Mehmed Âkif Ersoy. Ankara:Akçağ Yayınları.





[1] Eşref Edib ve Hasan Basri Teşkilât-ı Mahsusa’nın doğrudan orduya bağlı bulunduğunu söylemişlerdir. Mehmet Emin Erişirgil (2006)  ise teşkilatın Almanların telkiniyle içte ve dıştaki Türk ve Müslümanlara propaganda yapmak maksadıyla kurulduğunu belirtir (s.224).
[2] Âkif, Berlin’e Tunuslu Salih Bey ve Mısırlı Fuat Bey ile birlikte görevlendirilir. Heyetin başkanıdır (Erişirgil, 2006, s.207).
[3] Yine Eşref Edib’in verdiği bilgiye göre, esir kamplarını Osmanlı hükûmetini daha fazla yanına çekmek için propaganda aracı olarak kullanıyordu. Türkiye’den getirttiği görevlilere Müslümanlara ne kadar iyi davrandığını kanıtlamak istiyordu (Eşref Edib, 2011, s.87).
[4] Hasan Basri Çantay da Âkif’in bu mukayesesi üzerinde durur: “Mehmed âkif, bermutad, bizim eski devrelerdeki kahvehanelerimizi, hanlarımızı, şimendöferlerimizi, sokaklarımızı, çamırlarımızı … tuhaf tuhaf anlattıktan, yerlerin dibine batırdıktan sonra Avupa’daki mukabillerini tarif ve tasvir ediyor” (Çantay, t.y., s. 173).
[5] İsmail Parlatır (2008), Âkif’in dverinin fikir hareketleri içindeki yerini şöyle anlatır: “Türkçülük, Garpçılık ve İslâmcılık çizgisinde Mehmet Âkif, şüphesiz İslâmcılık fikri çerçevesinde yerini almıştı. Ancak, Âkif’in İslâmcılık anlayışı, körü körüne bir İslâm inancı değil, bu devlete ve halka yeni bir ruh ve kimlik kazandıracak; gerçek manada İslâm’ı yaşatacak bir yeni düzen etrafında yoğunlaşıyordu” (s.427).
[6] Mehmed Âkif, Kastamonu’da ahaliye verdiği bir vaazda bu sayıdan “yarım milyara yakın” (Mehmed Âkif, 2010, s.519)   diye bahseder.
[7] M.Ertuğrul Düzdağ’ın verdiği bilgiye göre, Mehmed Rauf 1910 yılında gizli olarak Bir Zanbağın Hikâyesi adlı müstehcen romanı yayımlar. Bunun üzerine kitap sebebiyle Mehmed Rauf tevkif edilir ve subaylıktan atılır (Düzdağ 1987: s.304).
[8] Mithat Cemal ve Eşref Edib Âkif’in şiirine konu olan Alman şarkiyatçının isminin Martin Hartman olduğunu söyler.  Ayrıca Nurullah Çetin (2012), Dr. Dozy’nin İslam Tarihi Hakkında Bir Kalem Tecrübesi adında İslam dini ve peygamberine düşmanca saldıran bir kitap yazdığını ve bu kitabın Dr. Abdullah Cevdet tarafından meşrutiyet sonrasında yayımlandığını bildirir. Dr. Dozy’nin iddiaları ile “Berlin Hatıraları” arasında diyalojik bir ilişki vardır. Dücane Cündioğlu (2011) ise  Âkif’in Berlin’deyken Müsteşrikler Cemiyeti Başkanı ile sık sık bir araya geldiğini ve İslâmın akaidine ilşkin kimi meseleleri onunla tartıştığını ifade eder (s.68). Yine Cündioğlu (2010),  Âkif’in, Dr. Dozy çevirmeni Dr. Abdullah Cevdet ile aynı ortamda bulunmaktan son derece istikrah ettiğini ama meselenin millete hizmet olmasından dolayı mecburen katlandığını ifade ettiğini Dr. Abdullah Cevdet’in bir yazısına dayandırarak belirtir (s.4-5).

[9] Fakat Âkif menfî mânâda kaderi sorgulamaz. O, pek çok şiirinde kader ve tevekkül arasındaki ince çizgiyi vurgular. Cemiyetin yanlışlarının kadere yüklenmemsi gerektiğini düşünür (Bkz. Ercilasun, 2008, ss.135-144) Ayrıca Himmet Uç (2008) bu konuda bir şey söyleyebilmek için multi-disipliner bir çalışma içine girmek gerektiğini vurgular: “Tarihi, sosyolojik, dini realiteler sonunda geldiğimiz noktaları Allah’a yüklemek yanlış bir tutumdur, bu yüzden Akif eleştirilerinden sıkılır “Ağzım kurusun” der. Allah’ın adaleti konusu da tartışılmış bir konudur, eğer zalimler zulümlerinin cezasını anında görseydi, hiç kimse zalim olmazdı, halbuki zulüm bir irade konusudur, sabır da bir irade konusudur. Eğer kötülükler anında karşılık görseydi iyilik ve kötülük, isteyerek değil, mecburiyete dönüşürdü, bu da dinin ihtiyari mantığına aykırıdır. İnsan ister iyi olur, ister kötü olur. Akif’in bu konudaki eleştirileri birçok alanda bilgi gerektiren konulardır.” (s.367)
[10] Mehmet Emin Erişirgil (2006)’in Âkif’in birkaç mısraını yorumladığı şu düşünceleri dikkate değerdir: “Kafkas’a varmak için ayağına sataşan kar kütlelerine bakmıyordu da öyle iniyordu ki:
Bir çağlayan akmakta yarıp taşları sanki,
Yalçın buz demiyor, onun üstünden sekip dağları aşıyor, kızgın çöl demiyor, sahraları dolaşıyor;
                Artık gidiyor: Hakka varan bir yolu tutmuş,
                Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş.
Öyle ki geride bıraktığı yavrusuna aldırış ettiği yok, karısının annesinin feryatlarına aldırış ettiği yok, doğduğu ter döktüğü topraklarına aldırış ettiği yok, kulakları yalnız cedlerinden gelen sesle dolu:
                Bir böyle şehidin ki mükâfâtı zaferdir,
                Vermezsen İlâhî, dökülen hûnu hederdir.” (s.201)
Bu manzumeyi yazıp bitirdiği zaman bir başlık aradı: Takat getiremeyeceğimiz bir yükü yükleme Allah’ım!” âyetini hatırladı ve onu yazdı.” (s.201)
[11] Sezai Karakoç (2012), Gölgeler hakkında “hayattan ve zamandan kopuş, metafiziğin kendini duyuruşu” (s.43)şeklinde değerlendirerek Âkif’in  sosyal olaylara sırt çevirerek mutlak içinde eridiğini belirtir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder